4. Fâtih başta olmak üzere bazı Osmanlı Padişahlarının yurt
dışından ressâmlar getirterek resimlerini yaptırdıklarını ve hatta II. Mahmûd’un
kendi resimlerini devlet dairelerine astırdığını duyuyoruz. Bunlar doğru mudur?
Eğer doğru ise, İslâm Hukukunda resim yasağı ile ilgili şer’î hükümlerle nasıl
bağdaştırırsınız?
Konuyu değişik açılardan ele
almakta yarar vardır:
Evvela, İslâm Hukukunda resim (gölgeli gölgesiz)
yapmanın hükümlerini özetleyelim. Konu ile ilgili "Allah kıyamette resim
yapanlardan, ceza olarak, yaptığı şeye hayat vermesini isteyecektir; fakat o
buna aslâ muvaffak olamayacaktır"; "Melekler, içinde resim, köpek ve cünüp insan
bulunan evlere girmezler" ve benzeri manalarda hadisler bulunmaktadır.
Bu hadisleri değerlendiren ve İslâm Hukukunun resmi neden yasakladığını
inceleyen müçtehid hukukçular, neticede şu kararı vermişlerdir: Bütün
müctehidler şu noktada ittifak halindedirler: Ağaç, dağ, taş, manzara ve benzeri
şeylerin resimleri kesinlikle mübâhdır. Ayrıca vesikalık fotoğraflar gibi,
hılkati tam olmayarak bedenin bir kısmına ait olan canlıların (hayvan olsun,
insan olsun) resimlerinin de hem yapılmaları ve hem de kullanılmaları câizdir.
Bir diğer konu da, sûretin görülemeyecek kadar küçük olmasıdır ki, bu da câiz
görülmektedir. Bazı mühürler ve paralardaki resimler gibi. İslâm hukukçularının
fikir ayrılığına düştükleri konu ise şudur: Canlı varlıkların hilkati tam
olanlar yani bedeni tam yansıtan resimler (fıkıh kitaplarındaki ifadesiyle
hayatı mümkün kılacak bütün azaları ihtiva eden resimler), Şâfii hukukçuların
çoğunluğu başta olmak üzere, bir kısım İslâm Hukukçuları tarafından câiz
görülmemiştir; Hanefi hukukçuların başını çektiği bazı İslâm hukukçuları ise,
hürmet ve ta’zim manasını ifade etmemek şartıyla mekrûh görmekle beraber câizdir
demişlerdir. Ancak bu hususun, namaz kılınacak yerlerle alakalı yasak ile
karıştırılmaması gerekmektedir.
Bu esas fikirlere dayanan Ebüssuud
Efendi şu fetvâsını kaleme almıştır:
"Bazı zî ruh şekli filoride tasvir
olunduğu gibi, bazı Efrencî saatlerde tasvir olunmuş olsa, zikr olunan saat
musallâda olmakla Salâtına kerâhet terettüb eder mi? El-Cevâb: Sûret büyük
olmayıcak olmaz".
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki şu fetvâ ise,
daha ayrıntılı olarak konuyu izah etmektedir:
"Edebi ve ilmî
makalelerden istifade maksadıyla Resimli Kitap gibi resimli mecmuaları
evlerimizde bulunduruyoruz. Kitap içinde kapalı bulunan bu gibi canlı resimlerin
evlerde bulunmasının dine karşı bir zararı var mıdır? Cevâb: Câiz olmayan, namaz
kılınacak yerde sûreti açık olarak bir tarafa asmaktır. Ama kapalı olarak
evlerde bulunması, ayakla basılan yerde nakış olarak yer alması câizdir. Bir de
gâyet küçük olup uzaktan bakıldığında azaları belli olmazsa yahut azaları tam
olarak tasvir edilmiş değilse, o zaman alel-ıtlak mekrûh kabul edilmez. Hürmet
ve tazim maksadıyla sûret bulunan odaya ise, rahmet melekleri girmez".
Burada şunu da nazara vermek gerekir ki, zaman iyi bir müfessirdir;
kaydını izhâr etse itiraz edilmez. Fıkha ait bazı hükümlerde zamanın tesiri
önemlidir. İslamın ilk yıllarda şirke sebep olabileceğinden dolayı kabir
ziyaretini yasak etmesi ve sonra serbest kılması buna misal olabilir. Aslında
son naklettiğimiz fetvâ, meseleyi bütün yönleriyle halletmiş bulunmaktadır.
İslâm Hukukunun resim yasağının altında yatan en önemli sebep, putperestliği
andıracak şekilde saygı için resim yapılması ve asılmasıdır. Yasağın tek sebebi,
resimlere, sûretlere ve heykellere tapmak yahut tapar derecede saygı göstermek
endişesidir. Asrımızdaki bazı Mısır âlimleri ise, eski fetvâları aşacak şekilde
şu görüşleri beyân etmişlerdir: Yasak olan sadece gölgeli resimlerdir; yani
heykellerdir; kalemle çizilen veya makinayla çekilen fotoğraflar gibi gölgesiz
resimler, câizdir.
İkinci olarak, II. Mahmûd’dan itibaren yapılan bazı
icraatlar dışında, bütün Osmanlı tarihi boyunca, biraz evvel zikrettiğimiz İslâm
Hukukunun kâideleri açıktan ihlal edilmeyecek şekilde, resim ve ressâmlara karşı
muâmele yürütülmüştür. Fâtih Sultân Mehmed’den itibaren Osmanlı Sarayı’na nakkaş
denen ressâmlar vazifeli olarak girmişlerdir. Fâtih’in Sinan Bey isminde bir
nakkâşı, İtalya’dan getirttiği Matteo Pasti ve Konstaniço ve 1479 yılında talep
üzerine Venedik’ten gelen Jantil Bellini; Yavuz’un İran Seferinden dönerken
getirdiği Şah Mehmed, Abdülgani ve Derviş Bey; Selim-nâme’deki minyatürleriyle
bilinen Nakkaş Şükrü; Şemâil-i Osmaniye’yi kaleme alan Nakkaş Osman ve
Surnâme’deki minyatürleri çizen Nakkaş Levnî, Osmanlı tarihi boyuınca resim ve
minyatürle meşgul olan çok sayıdaki san’atkârlardan bazılarıdır. Bütün bu
saydığımız san’atkârların eserleri, eğer resim şeklinde ise, bütün azaları
gösterecek şekilde yapılmamış ve böylece şer’î sınırlar içinde kalınmaya
çalışılmıştır. Minyatür ise, zannediyoruz ki, resimle aynı tutulmamış ve İslâm
hukukçularının câizdir dediği azaları tam belli olmayan gruba sokulmak
istenmiştir. En azından, kapalı kalmak ve asılmamak şartıyla, bu manada canlı
resimlerin, azaları tam olsa da yapılması caizdir diyen âlimlerin fetvâları esas
alınmıştır. Zira yukarıdaki fetvâda bunu anlatan cümleler, konumuz açısından
önemlidir. Mühim olan tabloların tam resim olmamasıdır. Bildiğimiz kadarıyla,
tablo şeklinde tam resim bulunmamaktadır. Kitapta kalmak şartıyla, zaten fetvâ
verilmiştir.
Üçüncü olarak, Sultân II. Mahmûd’un devrinde Avrupalılaşmak
adı altında, halkın tabiriyle alafrangaya ait herşeyi almak şeklindeki aşırılık
neticesinde, Padişah’ın hazırlanan portrelerinin resmî dairelere asılması
olayıdır. Her ne kadar, devleti tecdid eden bir insanın nam ve şanını gelecek
nesillere anlatmak için sadece eski eserlerin korunması hikmeti esas alınarak,
ta’abbüd manasını taşıyacak saygı ve tazim kasdı bulunmayarak ve maalesef
zamanın Şeyhülislâmı ve bazı âlimlerinden de fetvâ alınarak yapıldığı söylense
de, verilen fetvâdaki ve yapılan resmî yorumlardaki izahlar, İslâmî hükümlerin
yorum sınırlarını aşmış ve zaten dindar halk tarafından da çirkin
karşılanmıştır. Bunun en acı misâli, Sultân Abdülaziz devrinde, saygı amaçlı
olmamak kaydıyla bu şekilde tablolara fetvâ veren Şeyhülislâm Turşucu-zâde Ahmed
Muhtâr Efendi’nin, hem Anadolu’daki ve hem de Arap âlemindeki İslâm hukukçuları
tarafından şiddetle tenkit edilmesidir. Turşucu-zâde bu fetvâsını şu hadise
dayandırmıştır: "Resim bulunan eve melekler girmez. Meğer ki, resim ve sûret
elbise, kumaş gibi bir şeye nakşedilmiş ola, bu sûrette girer".
II.
Mahmûd’un Avrupalılaşma uğruna, yaptığı bütün güzel hizmetlere rağmen, halk
nezdindeki itibarının gün geçtikçe azalmasında da, bu ve benzeri zayıf
fetvâlarla amel etmesinin büyük etkisi bulunmaktadır. Tarihçi Ahmed Lütfi,
meseleyi yumuşatmak için, Fâtih Sultân Mehmed’in de, eski san’at eserlerinin
korunması ve hatıraların yâd edilmesi hikmetine dayanarak, Ayasofya içindeki
melek sûretlerini muhâfaza ettiğini ve sadece üstünü sıva ile kapladığını
söylese de, Fâtih’in yaptığının İslâma göre yasak olmadığı herkesçe
bilinmektedir. Nitekim Sultân II. Mahmûd vefât ettiğinde, asılan resimleri
indirilerek gizlenmiştir. Daha sonraları ise, resim yaptırmak ve fotoğraf çekmek
moda haline gelmiş ise de, II. Mahmûd zamanında olduğu gibi, dua ve resmi
törenle asılmadığından fazla sıkıntı meydana getirmemiştir.
Kanaatimize
göre, Osmanlı âlimleri, şer’î sınırları geçen resimleri kabul etmemişlerdir. Son
zamanlardaki sapmalar istisnalardır. Zira Kur’ân, put-perestliği yasakladığı
gibi, putperestliğin bir nevi taklidi olan sûret-perestliği de yasaklamaktadır.
Avrupa medeniyeti ise, resimleri kendi güzelliklerinden sayıp Kur’ân’a karşı
çıkmaktadır. Halbuki gölgeli gölgesiz sûretler, ya taş haline gelmiş bir zulüm
(Lenin’in heykelleri gibi), ya cesed elbisesini giymiş riyâ veyahut tecessüm
etmiş bir hevesdir (müstehcen dergilerdeki fotoğraflar gibi) ki, beşeri, zulme,
riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder .