2. Osmanlı Devleti’nin Yavuz’a kadarki kuruluş yıllarında Bektaşi ve Alevî geleneğine bağlı olduğu, Abdalân-ı Rum’un Bektaşi Babaları ve Alevî Dedelerinden ibaret bulunduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın aslı var mıdır?



Bu iddia, Osmanlı Devleti’ne ilham kaynağı olan maneviyât erlerini tanımamak; Alevîliğin ne zaman tarih sahnesine çıktığını; Osmanlı hukuk kaynaklarını; ilk İznik Medresesinden beri medreselerinde okutulan itikâdî ve amelî kaynakları bilmemekten kaynaklanmaktadır. Şöyle ki:

a) Osmanlı Devleti’nin Osman Gâzî’den Yavuz zamanına kadar dinî ve ilmî meselelerini göğüsleyen kadrosu, ilk fetvâ makamına gelen Şeyh Edebalı’dan ta Şeyhülislâm İbn-i Kemal’e kadar, tamamen ehl-i sünnet dairesinde yaşayan; eserlerini bu ruhla kaleme alan ve en önemlisi de Bektaşilik adı altında Hacı Bektaş-ı Veli’nin ruhunu incitenler aleyhinde fetvâlar veren âlimlerden meydana gelmektedir. Sultân Orhan devrinden İznik Müderrisi Davud-ı Kayseri ve kaleme aldığı eserler (Kara Davud incelenebilir); ilk Osmanlı Kazaskeri Çandarlı Kara Halil; I. Murad devrinin resmi otoritesi olan Kâdizâde-i Rumi, Seyyid Şerif Cürcani ve Mevlânâ Kâdi Mahmûd; Yıldırım Bâyezid devrinden ilk Şeyhülislâm Molla Fenâri ve elimizde bulunan fıkha ve itikada dair eserleri; Hadis’de zirveye yükselen İbn-i Melek ve eserleri; hatta Şeyh Bedreddin’in Câmi’ul-Fusûleyn ve benzeri eserleri; Çelebi Mehmed zamanında Osmanlı Devleti’ne girmeye çalışan dalâlet fırkalarını temizleyen Mevlânâ Fahreddin Acemi ve Burhâneddin Herevî; II. Murad devrinin ilim güneşlerinden Hıdır Beğ ve Alâ’addin Tûsî ve bunların eserleri; Fâtih devrinin fıkıh ve hadis yıldızları olan Molla Hüsrev, Akşemseddin, Molla Gürani ve elimizdeki eserleri ve nihâyet Şî’a ve Bektaşiler le alakalı aleyhte fetvâları bulunan Zenbilli Ali Efendi ve eserleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinin tamamen ehl-i sünnet dairesinde geçtiğinin delilleridir. Aksi görüşleri ileri sürenler, Bektaşi veya Alevî olan bir âlimin, kuruluş döneminde dinî veya kazâi bir göreve getirildiğini göstermek mecburiyetindedirler.

b) Bilindiği gibi, ehl-i sünnet de, en az Bektaşi ve Alevîler kadar, Hz. Ali’yi ve onların hürmet ettikleri 12 İmamı severler ve hürmet gösterirler. Hatta Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ve onun babası Şeyh Cüneyd, şeyhliğe şahlığı karıştırana kadar, özellikle tasavvuf ehlinin manevi reisleri Âl-i Beyt’ten çıktığı içindir ki, On İki İmam sevgisi, bütün ehl-i iman arasında yaygındır. Hatta Şî’a’yı bazı âlimler ikiye ayırmaktadır: Şî’a-i Velâyet ve Şî’a-i Siyâset. Şî’a-i Velâyet, sadece Âl-i Beyte muhabbet sebebiyle Yezid ve taraftarlarına karşı çıktıkları için Şî’a diye bilinen bazı tasavvuf ehlidir. Daha sonra da açıklayacağımız üzere, bu manada Erdebil’de toplanan tasavvuf ehli, Hz. Peygamber’in torunları olan kutubların çevresinde bir daire teşkil etmişlerdir. Bunların bazı fikirlerinin, Kur’ân ve Sünnete aykırı olmamak üzere, Bektaşilerin veya Alevîlerin kanaatleriyle aynı olması, bunların da Bektaşi veya Alevî olduğunu göstermez. Tıpkı 12 İmamı medheden Yunus Emre’nin asla Alevî ve Bektaşi olmaması gibi.

Şeyh Safiyyüddin’in torununun torunu ve kendinden sonra 5.Şeyh olan Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd (1447-1460), Şi’î mezhebine geçerek bu mübarek neslin itibarını siyâsete alet etmeye başlamıştır. 1448 yılında Erdebil’de isyan eden Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya sürüldü. Sultân II. Murad’a kadar geldi ve ondan bazı siyasi taleplerde bulundu. Vezir Halil Paşa’nın "Bir tahtta iki padişah sığmaz" cevabı üzerine kendisine ve dervişlerine hediyeler verildikten sonra, yine siyasi ümitlerle Karaman’a sığındı. Bütün bunları, bizzat olaylara şahit olan Âşıkpaşa-zâde anlatmaktadır. Burada Şeyh Abdüllatif ile sahabelerle ilgili tartışma yapmışlar, Şeyh Cüneyd’in sapık fikirleri ortaya çıkıp müridlerinin de namaz ve oruç bilmez tavırları anlaşılınca, oradan da kaçar gibi ayrılmıştır. Yani Şeyh Cüneyd, bazı bozuk fikirleriyle Osmanlı Devleti’ne hulûl etmek istemişse de, Padişah’ın çevresindeki âlimler bu manadaki dalâlet fırkalarına geçit vermemişlerdir.

c) Abdalân-ı Rum’un Bektaşi babaları ve Alevî dedeleri olduğu; Osman Bey zamanında yaşayan ve hatta onunla ve oğlu Orhan Bey ile birlikte gazalara katılan Baba İlyas, Muhlis Baba, Şeyh Edebalı, Geyikli Baba, Ahi Evran, Abdal Musa ve Abdal Murad’ın bunların başında geldiği; bu zikredilenlerin Osmanlı Devleti’ne Bektaşi ve Alevî geleneğini aşıladığı ve en azından Osmanlı Sünnî anlayışının daha sonrakinden daha müsamahalı olduğu iddiasına gelince, bütün bu iddialar, Alevîlik ve Bektaşiliğin asıl mahiyetinin bilinmemesinden kaynaklanan iddialardır. Bugün Alevîlik diye bilinen itikadî mezhep, aslında XV. yüzyıla kadar Şî’a’nın ta kendisidir. Ancak Alevîlik ve Kızılbaşlık tabirleri, Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar ile ortaya çıkan tabirlerdir. Aynı şey Bektaşilik için de geçerlidir; zira Hacı Bektaş bir görüşe göre 1271 ve diğer bir görüşe göre de 1337’de vefat etmiştir. Bu tabirler ortaya çıkmadan evvel, ehl-i sünnet ile Şî’a’nın arasındaki ihtilâflar zaten bilinmektedir. Ehl-i tasavvufun bir kısmı ise, bir nevi Şî’a-i Velâyet durumundadır.

Abdalân-ı Rum denilen yukarıdaki şahsiyetlerin, Âl-i Beyt muhabbetiyle yanıp tutuşan ve Şî’a’nın ma’sum kabul ettiği 12 İmamı medheden davranışları ve şiirleri de olabilir. Sırf bu yüzden, zaten Ehl-i Beyti seven Osmanlı Hânedânının bunlarla olan münasebetlerini ve hatta bu Horasan Erenlerinin Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna olan katkılarını başka türlü değerlendirmek yanlış olur.

d) Âşıkpaşa-zâde gibi bazı tarihçiler, Hacı Bektaş-ı Veli ile Osmanlı Hânedânının ciddi bir alakasının dahi olmadığını iddia etmektedirler. "Bu Hacı Bektaş, Âl-i Osman neslinden hiç kimse ile musâhabet etmedi ve andan ötürü anmadım. Yeniçerilerin başındaki Hacı Bektaş’ındır derler; yalandır. Börk Orhan zamanında zâhir oldu. Abdal Musa Orhan zamanında gazâya geldi ve bu yeniçerinin arasında bile yürüdü". Alakası olsa bile, Hacı Bektaş’ın kendisi ile Bektaşi diye bilinen bazı kimselerin onunla ne derece ilgili olduklarını biraz evvel anlatmaya çalıştık.

e) Hacı Bektaş Zâviyesinden olduğu ifade edilen Geyikli Baba’nın Sultân Orhan ile kısa bir müddet için de olsa bir araya geldiği doğrudur. Osmanlı kaynaklarında bu konuda yeteri kadar bilgi bulunmamaktadır. Zaten Osman Bey ve Orhan Bey zamanının maneviyât erleri olarak zikrettiğimiz şeyhlerden çoğu hakkında, gerçek ismi gibi çok açık konularda dahi yeterli bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla, sonradan uydurulan Bektaşi menkıbelerinden birini yansıtan bir kaynağın, Orhan Bey’in Geyikli Baba’ya rakı ve şarap gönderdiği yolundaki bir ifadeyi kaynak kabul ederek, ilk Osmanlı Padişahlarının sonrakiler gibi katı Sünnî olmadıklarını ve rakı hediye gönderecek kadar müsamahalı olduklarını söylemek, uydurma Bektaşi menkıbelerini arşiv vesikaları gibi kabul etmek demektir. Netice olarak, Osmanlı Devleti ve onun Hânedânı, kuruluş gününden beri, Âl-i Beyt âşıkıdırlar; ancak Alevî veya Bektaşi değildirler .

İndex'e Dön