Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerinde, özellikle 20. Yüzyılın başında yerli
ve yabancı araştırmacılar çokça durmuşlar ve 400 atlıdan cihan devletine geçişin
sırlarını araştırmışlardır. Fuad Köprülü’nün ve H. A. Gibbons’un aynı adı
taşıyan Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserleri, bunlara misâl olarak
zikredilebilir. Bu görüşleri bir iki cümle ile özetledikten sonra kendi
kanaatimizi zikredeceğiz.
A) Bu konuda Gibbons’un başını çektiği
bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra
Anadolu’daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip
ve yağma maksadıyla yapılmış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir.
Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin
küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu’ya
gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla
gayr-i müslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını; aslında kendi nüfuslarının az
olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli
Rumları da yanlarına aldıklarını; harb esirlerinin İslâm’ı kabul etmesinin onlar
için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yeni bir dinle
yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır. Bu görüş daha
sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuad Köprülü tarafından şiddetle
tenkit edilmiştir.
B) P. Wittek, Osmanlı Devleti’nin tam bir gazi
devlet özelliğini taşıdığını, teşkil ettiği uc kültürü ile Osmanlıların
fethedilen yerler halkına tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da
kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir.
C) F. Giese ise,
Gibbons’u şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kuruluşunun maneviyat
erenlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkâr
edilemeyeceğini açıklamaktadır.
D) Balkan tarihçileri, başta Iorga
olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin vahdetçi ve muhafazakâr tavrı sebebiyle,
Bizans’ın anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi),
kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da müşahede edince, düşünmeden
ve kitleler halinde Osmanlı’ya teslim olduklarını açıkça beyan
etmişlerdir.
E) Bütün bu görüşleri yazdığı önemli eseriyle tahkik
ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons’un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret
olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını haklı sebeplerle reddederken, Osmanlı
Devleti’nin tamamen dinî sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan
tarzda itiraz etmektedir. Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat’tan Domaniç’e
gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada
Ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı
bulmaktadır. Köprülü, kuruluşda, Moğolların baskısı sonucu Anadolu’ya göç eden
Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr’ül-İslâm yapmak üzere
gayretlerinin; Selçuklu Devletinin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin
kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasi olayların; Türklerin sahip
olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu’da oluşan
Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi askerî, sosyal
ve iktisadî grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik
durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmâne tutum içine
girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve
inkişâfında önemli rolleri olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır. Fuad
Köprülü’nün gaza ruhunun ve i’lây-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü
küçümsediği kanaatindeyiz.
F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri
de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı’nın yayılışının tamamıyla
muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis
olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askerî zümrelerinin
(voynuklar ve lagatorlar gibi) yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının
Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle
anlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman İslâmlaştırma politikası
gütmediği şeklindeki görüşün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı
kanaatindeyiz.
Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin
İslâm’ın fetih ve harble ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak
olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda büyük etkileri olduğunu, ancak asıl mesele Osmanlıların
devlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyet’i
ve İslâmiyet’e layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan
bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir. Çünkü şu Müslüman Türk Devletinin
bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını
devam ettiren, devletin ordusundaki Kur'ân’dan alınan şu fikirdir: "Ben ölsem
şehidim, öldürsem gaziyim" Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murad
Hüdavendigar'ın son duası şudur "Yârab! beni din yolunda şehid, ahirette said
et" demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahla-nan şanlı ecdadımız, şevk ile
ve aşk ile ölümün yüzüne güle-rek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir. Size de
soruyorum;şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda
öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu
mânevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir?